12 Eylül darbesi olduğunda 18 yaşındaydım ve Üniversiteye başlayacaktım. Tepkili ve siyasi bir nesildik. Çatır çatır hakkımızı arardık. Dik başlılığımız da vardı ama daha çok başımız dikti. Tavır koyardık, irade beyanında bulunurduk, eylem yapardık, kendimizi ezdirmezdik. Çünkü çocukluk dönemimizden itibaren hazıra konmayı hiç öğrenmedik, oyuncağımızı bile kendimiz yapardık. TV, bilgisayar gibi icatlar olmadığı için kitap okurduk. Memleketin en lüks şeyleri, divanda oturmak, kümesten kesilen tavuklardan birini bol tereyağlı bulgur pilavı ile yemek ve pilli radyo dinlemekti. Hele hele o radyo tiyatrolarının tadı damağımdadır. Dinlerken insanı dinlediği eseri tahayyül etmeye zorlardı.
Çocukluğumda bakkaldan sadece çay ve şeker alınırdı. Hani şu bildiğimiz çay, genellikle misafire demlenirdi. Çünkü çay aslında bize yabancıydı. Ev halkı daha çok dağdan toplanan ada çayı, kekik gibi çayları içerdi. Tüp gaz girdi hayatımıza. Elektrik geldi, evlere su bağlandı. Elektrikle beraber buzdolabıyla, elektrikli ütüyle tanıştık. Eskiden kömürlü ütü vardı, oldukça ağırdı fakat ütüsü jilet gibi olurdu. Sonra televizyon, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi derken gerisini biliyorsunuz.
O zamanlarda evler müstakildi, birbirine uzaktı ama insanlar yakındı. Komşuluklar, dostluklar çok daha samimiydi. Herkes birbirinin derdiyle dertlenir, derman arardı. Esnaflar aynı şekilde, sıkıntılar el birliğiyle çözülürdü. Evlerde dış kapılar kilitlenmezdi, güven vardı. Söz senetti.
12 Eylül önce apolitik nesiller yetiştirdi. İnsanlar “ver yesin, ört uyusun” formatında tepkisiz ve her şeye razı bir hayat yaşamaya başladılar. “Eğer bir menfaatin yoksa bulaşma” anlayışı hakim oldu insanlarda. Apartmanlarda, beton yığınlarının ortasında yapay ve turfanda bir hayat yaşamaya başladı toplum. Duyarsız, tepkisiz, neme lazımcı sürüler halinde.
“Düşünmeden öğrenmek vakit kaybıdır” demiş Konfüçyus. İnsanlarımız düşünmekten vazgeçtiler. Sorgulamak zaten yok, araştırmak yok, okumak yok. Topyekûn hazırlopçu bir toplum olduk.
Devir, o devir oldu ki, konforumuz çok arttı, fakat huzurumuz kalmadı. Bize verdikleri karşılığında huzurumuzu, güvenimizi ve maneviyatımızı aldılar. Topluma aşılanan nemelazımcılık, dostluklarımızı, değerlerimizi, hülasa maneviyatımızı aldığından sevgisiz bir toplum olduk. İnsanlar yalnızlaştı, ortak hareket etme kabiliyetlerini kaybetti. Yalnız kalan apolitik insanlarda korku hâkim oldu. İletişime ait bütün unsurlar topluma bazen açık, bazen bilinçaltı korku aşıladı. Medya, yoluyla, terör yoluyla, kapitalizm yoluyla hep korku aşıladı. Sistem insanlara, “sadece evinizde güvendesiniz” algısını yerleştirmeye kurgulanmıştı ki, covid19 pandemisi bu algının zoraki gerekçesi oldu. Sosyallik, artık sosyal medya aracılığıyla sanallaştı.
Çocukken akşamları gaz lambası ışığında, sobanın başında Dedemden İstiklal savaşı anılarını dinlerdik. Şimdiki çocuklar akıllı cep telefonlarıyla asosyalleşiyorlar. Aradaki psikoloji farkını analiz etmeye çalışıyorum. Bu küreselleşmenin her boyutu güzel bir şey değil. Biz kendi değerlerimizi muhafaza edelim. Toplumumuzu bir arada tutan küçük sosyolojik tutkallarımız var bizim, onlardan vazgeçmeyelim. Yeni çocuğu olana “hayırlı olsun” ziyaretine gidelim, oğlu askere gidene “Allah kavuştursun” ziyaretine gidelim, hastalarımıza “geçmiş olsun” ziyaretlerimizi ihmal etmeyelim. Düğün ve cenazelere mutlaka iştirak edelim. Bu gelenekler bizi biz yapan küçük sosyolojik olgulardır fakat toplumumuzda işlevi çok büyüktür, toplumu çimento gibi bir arada tutar.
Bugün bütün konforlu yaşama rağmen biliyorum ki, o eski, konforsuz, bütün mahallenin birbirini yakından tanıdığı fakat samimi hayatı özleyen insanlar var.
Biliyorum ki, dünyada hala inancından başka kaybedeceği bir şeyi olmadığını düşünen insanlar var.
Ve yine biliyorum ki, küresel emperyalizmin dayattığı, sistemin bireylere aşıladığı korkudan etkilenmeyen insanlar var.
Nereden mi biliyorum?
Bende onlardan birisiyim….
İBRAHİM..